9 Mayıs 2013 Perşembe

SIRADANLIKTAN ÖTE



        
  Şu güne kadar günlük, anı defteri, blog, kompozisyon… adı altında birçok yazı yazdım. Ve hepsinde de yazıyı yazdıktan sonra başlığı attım. Çünkü bize öğretilen ve olması gereken bu şekildeydi. Ancak bu yazımda, sadece başlığı atıp arkama yaslandım ve uzunca seyrettim. Belki de onca zamandır yazı yazamamanın ağırlığından gelen bir başlık atma ihtiyacı hissettim iç güdüsel. Ah kalemimin kurşunu, klavyemin tuşu! Siz de olmasanız ben nasıl dert anlatırım? Ne zaman konuşacak olsam ya aynı cümlede zilyon tane aynı kelimeyi kullanırım, ya aniden anadan doğma kekeme pozisyonunu alırım ya da en iyi ihtimalle dilim sürçer. Konuşurkenki kızarık yüzüm ile karşıya çizdiğim imaj, konuştuğum konu her ne ise inanılmaz etkileyici olduğuna emin olabilirsiniz(!) Tabii yanlış yerde yanlış kelimeleri kullanmamı es geçersek. (Bkz: Geçenlerde misafirliğe gittiğim evin kapısından girerken ‘Hoşgeldiniiiiz!’ diye bağırdım…) Sümerlilere yazının icadı ile ilgili tekrarlarla teşekkürlerimi sunup arkalarından Fatiha okuduktan sonra  yazının süregelen havasına göre konuyu belirliyorum.


  Sahi neden sıradanlıktan öte dedim ki ben bu başlığa? Sanırım hatırlamıyorum… Ama tahmin yürütecek olursak eğer, insanların tamamı kendisini sıra dışı görür. Bunu egoistlik olarak algılamayın. Bir düşünün sadece. Gerçekten de kendinizi farklı hissetmiyor musunuz? Bazen konuşulan konulardan veya yaşanan olaylardan kendinizi soyutlayıp ‘Ben burada ne alakayım?’ demiyor musunuz?  Hah işte ben de onu diyorum. Aslında aynı şeyden bahsediyormuşuz değil mi? Her neyse eğer bir başkasının klonu değilseniz ve hala bir fikriniz varsa şükredip hayata devam edebilirsiniz. Çünkü bu zamanda size ait bir fikrinizin olması öpüp başa konulası bir şey!


  Eveet buyurun efendim TDK’nın fikir tanımına bir bakalım. Fikir (1.anlamı): Düşünce, mülahaza, mütalaa 


Burada bir sorun var mı? Hayır yok. Ama TDK amca fikir’in ‘halk arasındaki’ karşılığını yazmayı unutmuş olmalı. Ben sizler için buraya yazayım. Fikir (Halk arasında): Kim daha güçlüyse onunki, Komşu kızı Ayşe’nin düşüncesi, Millet ne der sonra, Başbakan demişse daha üstüne laf söylenmez…


‘Benim düşüncem’ diye başlayan cümleler artık inandırıcı gelmiyorsa bu terslikte bir iş vardır elbet. Özellikle de şu ‘Millet ne der?’ sözüne ayrı bir gıcığım. Yahu bizim ölçümüz millet mi? Nedir bu milletin bizimle alıp veremediği? Zaten o millet kim onu da yıllardır bilmiyorum. İnsanın içinden gelmeyeni yapmacık bir eda ile yapması daha mı güzel ve etik? Millet de kendi milletiyle uğraşsın. İşi gücü yok bize millet oluyor… 


  Kim olduğunu bilmediğim ve asla öğrenemeyeceğim o ünlü Millet’e sesleniyorum: ‘Yıllardır bir şeyler dedin dedin ne oldu? Eline ne geçti? Hiçbir şey. O halde onu bunu bırak da sigortalı bir işe gir. Devlete sırtını dayarsan hayat boyu rahat edersin. Peki ölünce ne mi olacak? Ne bileyim yahu onu da sen düşün!’ 

                                                                                            TUBA

4 Ekim 2012 Perşembe

ÖLÜMDEKİ MANA





Ölüm bir bitişin, bir sona erişin ifadesi midir? Yoksa yeni ve ebedi bir hayata geçişin ilk basamağı mıdır? Çağın insanlarının korktuğu, bazı kimselerin de gülümseyerek baktığı bu hakikat nedir? Tamamen yok olmak mı? Asla!..

Bilakis ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Bediüzzaman bir ayetin tefsiri mahiyetinde bir hususta şu sözleri sarfediyor:

‘Mevt dahi hayat gibi bir mahluktur. Hem bir nimettir. Vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekandır. Bir tahvil-i vücuttur. Hayat-i bakiyeye bir davettir. Bir mebdedir. Bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesidir.' (Mek. 7)

Demek ölümle her şey bitmiyor. Bilakis yeni başlıyor. Fakat hakiki manada başlıyor. Gerçek yönüyle insan yaşıyor. Hakiki hayatı tadıyor. Mes’ut bir dünyaya gidiyor.

Elbette insanlık ölümü tadacaktır. Diğer canlılar için de ölüm mukadderdir. Fakat insanlar için ölüm, dirilmek için olacaktır. Dünya için ölüm baki, ebedi bir surete dönüşmek için ve ahiret için olacaktır. (Lem 218) Toprağa atılan tohum nasıl ki çürür ve ölür fakat onun ölmesi toprağın üzerinde filiz vermesini netice verir. Daha kıymetli bir durum alır. Bu misal gibi ölümle toprağa atılan insan da ebedi saadet sümbülü verecektir.

Ölüm idam değildir. Hiçlik değildir. Sönüş değildir. Ebedi ayrılık değildir. Yok oluş değildir. Dilsiz bir mahvoluş değildir. Aslında ölüm, Hakim ve Rahim bir fail tarafından bir terhistir. Mekan değiştirmektir. Ebedi saadete, asli vatanımıza bir sevkiyattır. Bütün ahbaplara ve dostlara kavuşmaktır.

Acaba ölüm nasıl bir şey? Ölüm ile insanda nasıl bir hal oluyor? Ne şekil bir değişikliğe uğruyor? Bunu Bediüzzaman, şu şekilde ifade ediyor:

‘Mevt ancak  ruhun cesetten çıkmasıyla tebdil-i mekan etmesinden ibarettir. İnsan öldükten sonra bir şeyi baki kalır. O şey de ancak ruhtur.’

Dostlarının büyük bir kısmı başka yerde diyelim. İstanbul’da olan bir insan düşünün. Burada kalan birkaç arkadaş ve dostuna bedel, orada birçok arkadaş ve dostları var. Bu şahıs acaba İstanbul’a gitmek için can atmaz mı? Onun burada ayrılışı aslında dost ve ahbaplarına kavuşmak değil midir? İste Kuran’ın ölümün mahiyetini izah ederken bize verdiği ders budur.

Ölümü ve eceli, ebedi alemde bulunan dost ve ahbaplara kavuşmak şeklinde nitelendirir. Ayrıca kabri rahmet alemine, saadet mekanına ve Rahman’ın bostanlarına açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle insanlığın en müthiş korkusunu ortadan kaldırıp, en ıstıraplı, kasavetli ve sıkıntılı olan kabir alemine olan seyahati, lezzetli, alıştığımız ve ferahlı bir seyahate çevirir. İnsanı rahatlatır. Mutluluğu temin eder.

İnsan ebede aşıktır. İnsan bir şeyin  devamlı olmasını ister. Ormana gidersiniz. Ağaçların üzerinde bıçakla yazılmış isimleri görürsünüz. Bunlar ebediyete aşık olmanın ifadesidir. Kendimizden bir şeyin kaybolmasını istemiyoruz. İstiyoruz ki hiç olmazsa isimlerimiz baki kalsın. Hiç olmazsa ismimiz ölmesin. Heyhat! AHİRETTE BENİ KURTARACAK BİR ESERİM YOKSA İSMİMİN BAKİ KALMASI BİR MANA TAŞIMAZ.

Dünya hayatına aşığız. Ölümden kaçıyoruz fakat acaba aşık olduğumuz bu Dünya hayatının sadece bulunduğumuz an olduğunu bilebiliyor muyuz?

Bulunduğumuz dakikadan önceki zaman bizim için ölüdür. Gelecek zaman ise henüz gelmediği için o da bizim için hiçtir, yoktur. Demek güvendiğimiz maddi hayat sadece bir dakikadır. (S:500)
O halde niye yaşıyorum. Dünya’nın ve hayatın gerçek mahiyeti nedir diye beliren sualimize Bediüzzaman şu şekilde cevap veriyor:

‘Bu zemin yüzü, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve geçmek için bir handır. Her bir şehri yüz defa kabristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir isteği var.’ (Ş:173)

Bu istekte, yaratılışın gayesine uygun şekilde hareket etmek, bu istikamette çalışmaktır. Yani kulluk görevi dairesinde harekettir. 

Ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu imtihan yeri olan Dünya’ya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip, hizmetlerini tamamladıktan sonra yine onları gönderen Halık-ı Zülcelallerine dönecekler ve Mevlalarına kavuşacaklardır. 

Demek insana vazifeli şahıs nazarıyla bakıyoruz. Görevi bittiği an kendisini gönderene dönecektir. Bu şekilde maddi hayatın bittiği anda ebedi bir hayatın başlayacağı müjdesi en mütekamil haliyle, İslamiyet ifadesinde bulmuşuzdur.Çünkü insanın maneviyatındaki ve his alemindeki sonsuzluk arzusuyla yokluğa ve hiçliğe gitmek akıl dışıdır. İnsanın bu sonsuzluk arzu ve isteği elbette tatmin edilecektir. En küçük bir isteğimiz tatmin ediliyor da neden bütün insanların feryat ederek haykırdığı ebed arzusu, sonsuzluk isteği tatmin edilmesin? Sivrisineğin sesini duyan, elbette gök gürültüsünün sesini işitecektir. Midemizin küçük ihtiyacını her türlü rızıkla tatmin eden, elbette insanlığın beka arzusunu yerine getirecektir.

Ruhun mahiyeti ebediliği istediği gibi, insandaki maddi bünyenin mahiyeti de hayatın ebediliğini icab ettirir. ‘Zira insan bu Dünya’ya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaması şahittir. Hem insan, hayat sahiplerinin en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nispeten en basit bir derecede ancak kederli ve meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu Dünya’ya yalnız güzel yaşamak, rahat ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki büyük bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedi, daimi hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.’ (Lem 194) Demek ki elimizde bulunan maddi bünyeyi ebedi bir alemin kazanılması için kullanmamız gerekmektedir. Buradan anlaşıldığı gibi, insanın ihtiyacı sadece Dünya’nın maddi yönüne bakan içtimai, siyasi ve iktisadi ihtiyaçlara has değildir. Bu itibarlar herkes için mukadder olan ölüm ve onun durağı durumundaki kabrin öbür tarafındaki istikbal endişesi her ferdin en mühim meselesidir.

En küçük meseleye bütün vaktini harcayan insan, kendisiyle ilgili en mühim mesele olan hayatın mahiyeti ve ölümün hakikatını anlamaya çalışması en makul ve akli hareket olacaktır.
Etrafımıza nazarımızı gezdirdiğimizde her şeyin gayet sistemli bir şekilde hareket ettiğini israfın olmadığını görürüz. En küçük bir varlıkta dahi israfın yapılmadığını müşahade ederiz. Şu anda konuşurken bizden çıkan artık madde karbondioksit dahi israf edilmiyor. Hem konuşmamızı sağlıyor hem de dışarıda bitkilee faydalı oluyor. Buna benzer çok şey sayılabilir. Buradan insanlara geçelim. 50 ve 60 sene gibi çok kısa bir hayat yaşayan insan, acaba israf ediliyor mu? Ondaki sonsuz kabiliyet ve istidat israf edilir mi? Eğer ölümden sonra hayat olmasa bundan bahsedebiliriz. Fakat en küçük bir varlıkta israf yapmayan bunu bir kanun şeklinde etrafta gösteren bir Kudret, insan gibi mükemmel bir varlığı nasıl israf eder? Nasıl yok eder? Nasıl o kabiliyetleri heba eder? Asla! Madem bu kanun caridir. O halde insanda israf edilmeyecek, tekrar dirilecektir!

Şu görünen alemde vazifesi biten, göçüp giden her şey muhafaza ediliyor. Gerek hafızalarda gerek tohumlarda ve buna benzer unsurlarda bu muhafaza görünüyor. Bir bitki ölüyor ama onun ruhu hükmünde olan tohumu, onun mahiyetini devam ettiriyor. Bir çok varlıklarda bu hafıziyeti yapan, kışın kar altında ağacın ruhu hükmündeki tohum ve çekirdekleri muhafaza eden,  ölümle cesedinden ayrılan ruhunu nasıl saklamasın? Elbette kainatta görünen hakikatler bunun olacağını apaçık gösteriyorlar.

Bahar mevsimine baktığımızda küçük ve büyük bitki ve hayvan türlerinin kısa bir zaman içerisinde tekrar hayatlandıklarını, canlandıklarını görürüz. Madde olarak farkları pek az olan tohumları, o kadar karışık bir vaziyette iken büyük bir süratle ve kolaylıkla bir intizam altında tekrar diriltiyor. Bütün bunları yapan bir kudret sonbaharda kuruyan ve ölen insanı ilkbaharda neden diriltmesin? Bediüzzamanın ifadesi ile: ‘ Hiç kabil midir ki bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin. Semavat ve arzı altı günde halketmesin. İnsanı bir sayfa ile haşretmesin! Haşa…

Evet en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte yerleştirip muhafaza eden Hakim zat, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi? Dünya’yı bir sapan taşı gibi çeviren Kadir zat, ahirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi? Hem hiçten bütün canlıların vücutlarında bulunan atomları ve hücreleri birleştiren toplayan kudret, öldükten sonra dağılan hücre ve atomlarımızı nasıl toplayıp birleştirecek denilir mi?

Haşre mani, ölümden sonraki hayata engel olacak hiçbir şey yoktur. Buna gerekçe olarak her şeyi gösterebiliriz. Şu koca Dünya’yı basit bir hayvan gibi öldürüp dirilten, bütün insanlığa ve hayvanlara hoş bir beşik ve güzel bir gemi yapan Güneş’i onlara şu misafirhanede ışık ve ısı verici bir lamba yapan kudretli bir zatın bu kadar muhteşem ve devamlı idaresi, bu derece muazzam hakimiyeti sadece kısacık Dünya hayatı için olamaz. Ona layık baki, ebedi bir yer var.  Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledileceğine bütün gönderilen peygamberler ve evliyalar şehadet ediyorlar.

Bu kadar kat’i delillerle ispat edilen bir hakikata rağmen ahirete ve ebediliğe inanmayan bir insan, kendisini Dünya hayatında bile inançsızlıktan gelen manevi bir cehenneme atar. Daima azap çeker. Zaten arzu ve istekleri tatmin olmayan Dünya hayatını istediği gibi geçmeyen insan, eğer ölümle tamamen yok olmak düşüncesinde ise o insan bedbahttır. Mutsuzdur. Helakettedir.
İçtimai münasebetlerin cereyanı sırasında görülen hadiselerde bu Dünya’nın ebedi olmadığına gerçek bir adalet duygusunun tatmini için ebedi bir hayatın varlığına inanmaya zorlamaktadır. Bu gerçeği Bediüzzaman şu şekilde ifade eder:

‘Alemde görüyoruz ki zalim,  gaddar insanlar gayet refah ve salahla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir ikisini de eşit kılar. Eğer şu müsavat yani eşitlik nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa zulüm görünür. Halbuki adalet ve hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, ebedi yaşanacak bir diyar icab eder ki zalim cezasını, mazlum mükafatını görsün.' Böylece Dünya’da gerçekleşmeyen mutlak adalet, ebedi bir yaşayışla gerçekleşme imkanına erecektir.

İnsan yaratılışı bakımından taşıdığı hususiyetler sebebiyle de ebedilik ve daimilik isteyen bir mahiyet arz eder. İnsanda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri, kainatı kuşatan tasavvurları ve fikirleri ebedi bir hayatın varlığa ciddi bir delil teşkil ederler.

İnsanda öyle bir his var ki ebeden ve insanlıktan başka bir şey kendisini tatmin edemez. Bütün Dünya kendisine verilse o ihtiyacı tatmin edemez. Samimi olarak vicdanımızın sesini dinlesek ebed, ebed istediğimizi, sonsuz bir alemi arzuladığımızı fark edeceğiz. O halde bu tatmin edilecek çünkü VERMEK İSTEMESEYDİ, İSTEMEYİ VERMEZDİ.

İnsan hayvanlara zıt olarak kendi evine ilgi duyduğu gibi Dünya ile de alakadarlığı varıdr. Akrabası ile münasebeti olduğu gibi insanlık alemiyle dahi ciddi ve yaratılışın icabı bir münasebeti vardır. Bu Dünya’da kısa bir hayat içinde kendi ebediliğini arzuladığı gibi ebedi bir alemde bekasını aşk derecesinde arzuluyor.

Hangi bir şeye el atsak bütün kalbimizle bütün kuvvetimizle o şeye bağlanıyoruz. Ve istiyoruz ki beraber olalım. Devamlı olan şeylerin peşinde koşuyoruz. Halbuki Dünya’daki en büyük devamlılık arz eden bir şey dahi kalbin istek ve arzularına nazaran bir kıl kadardır.Demek kalp , ebede açılmış bir penceredir. Bu fani Dünya’ya razı değildir.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı gibi insan bu madde aleminin ötesinde, ebedi bir hayatın mutlak namzedi durumundadır.

Demek ölümdeki mana büyüktür. Ölümdeki mana kıymetlidir. Ölümdeki mana insanın hakiki mutluluğunu temin eder mahiyettedir.




                                                                                                      CELAL KILIÇ (1997- Barış Radyo )




NOT: Babam bunu yalnızca konuşmaya yardımcı bir materyal olarak yazmıştır. Vefatından önceki son radyo konuşmasının notlarıdır. Rab’bim  onu ve bizi, inandığımız saadet-i ebediyeye nail etsin. AMİN.

28 Ağustos 2012 Salı

ÇOK ŞÜKÜR!

  İşsiz güçsüz olmaya alışmış bünyemin uzun süredir yaşadığı yoğun hayat temposu, bir süreden sonra beni isyan moduna sürükledi. Melonkolik ruh halim ile uzun süre etrafta dolanıp durdum. Bana yarar getirecekmiş gibi asık suratımla insanlara negatif enerji gönderdim. Üzüntüme ortak, yandaş aradım. Bunun bir yarar getirmediğini anlayıp arayış içine girmişken cevap bana tokat gibi geldi. Sokakta yürürken yanımda çöp taşıyan teyzenin 'Çok şükür!' nidaları kalbime işledi. İşlemekle kalmadı beni inanılmaz bir vicdan azabına sürükledi.Kulaklarımızda dolup taşan ama anlamını oturup düşünmediğimiz o kelime, 'Elhamdülillah!'.

   Durup erafıma baktım,düşündüm. Şu hayatta hayatına özendiğim ya da yaşayış tarzını beğendiğim insanları gözümün önünde canlandırdım... Çoğu mutlu değildi. Her şeyleri varken aslında hiçbir şeyleri yoktu. Güzellik? Para? Şan? Şöhret? Makam? Bunlar, insanların hayat boyu çabalayıp MUTLU olmak için elde etmek istediği şeylerdir. Peki gerçekten mutluluk bu mu? Artık deyimsel ifade olmuş bir cümle vardır, 'Para ile mutluluk olmaz.' Bu kadar yaygın kullanılan şu ifadeyi oturup ilk kez bu yaşımda düşündüm.. Bir kağıt parçası beni mutlu edebilir mi? Öyleyse o teyze Dünya'nın en zengini olmalı. Yüzündeki o tebessümü şu hayatta gördüğüm hiçbir zenginde göremedim çünkü. Peki şu konumda benim şikayet etmeye hakkım var mı? Hayır yok.. Demeye hakkımın ve yüzümün olduğu tek şey var. O da, 'Elhamdülillah!'




Musibete kendinden yukarıdakilere bak, sabret. Nimette kendinden aşağıdakilere bak, ŞÜKRET


26 Haziran 2012 Salı

En Küçük Olmak

  Ailenin en küçüğünün; kardeşlerin en rahatı, en çocuğu ve en özgürü olduğu tabusunu yıkmak amacıyla, beş kardeşli bir ailenin en küçük çocuğu olarak bu yazıyı yazma teşebbüsünde bulunuyorum. Her gittiğim ortamda en küçük olmamı avantaj olarak dile getiren ortanca veya büyük kardeş statüsündeki bireyleri gördükçe de bu yazıyı yazma güdüme engel olamadım..
  En küçük olmak, asla büyümemektir, çoğu insan için. Bence en küçük olmak, herkesten daha ziyade büyümektir. Yaşamadan tecrübe kazanmaktır. Elini yakmadan yanığın acısını bilmektir. O ünlü yollardan geçmeden yolların mimarisini ezberlemektir. Nasihatı duymak değil; görmek, şahit olmaktır. 'Ben yaptım, sen yapma..'lara maruz kalmak ve o sorumluluğun altında olduğunu hissetmektir..
  Hiç iyi tarafı yok mudur peki en küçük olmanın? Elbette ki vardır. Hem de öyle bir iyi tarafı vardır ki dezavantajların hepsini nötrler. Anne-Baba olmadan o duyguyu hissetmek... Yeğen sahibi olup o küçücük, mükemmel varlığa özlem duymak... İşte bu her şeye bedeldir. Kim demiş en küçük olmaktan şikayet edilir diye? Siz hiç yeğen sevgisini tatmadınız sanırım...

 

8 Haziran 2012 Cuma

Aşama Aşama, KORE SEVDASI


  Öncelikle, herkes bu iki ülkenin 50 yıl  öncesindeki Güney- Kuzey Kore savaşında, Türkiye'nin Güney Kore'ye yardımı sonucu yakın olduklarının bilincindedir sanırım. Ama benim ve yaşıtlarımın, Kore ile ilk bu savaşla değil; 2002 Dünya Kupası 3.lük maçı sırasında tanıştığını düşünüyorum. Bizim 3. olduğumuz, Kore'nin ise 4. olduğu bu maçta, rekabet ortamı değil dostluk, arkadaşlık ortamı vardı sanki. O zaman ebeveynlerimize ' Anne/Baba, bunlar neden samimiler? Hiç rakiple böyle samimi olunur mu?' diye sorduğumuzda bize, Kore'nin savaşından ve bizim fedakar askerlerimizin Kore'ye olan yardımlarından bahsettiler. Mehmetçiğimizin yardıma layık gördüğü bu milleti biz de sevdik daha o yaşta. Kalbimize yerleşen ama gömülü kalan Kore sevgimizi pek hatırlamadık büyüdükçe. Taa ki onlara dair bir şeyler hayatımıza nüfuz edinceye kadar... 

 1.Aşama: Kore Dizileri
   Kore dizilerini ilk kez;

  Televizyonun karşısında kanal zaplarken izleyecek hiçbir şey olmadığı için homurdanıp TRT-1'de gördüğün çekik gözlüleri 'mecburiyetten' izlemişsindir.

  Arkadaşının ya da çevrendeki herhangi birinin 'Yahu bir kez izlesen ölür müsün? Bak valla çok güzel dizi yapıyorlar bunlar. Hem de 16 bölümlük falan. Seni öyle çok da bağlamaz.(!) ' şeklindeki ısrarları sonucunda izlemişsindir.

   İnternette dolanırken ya da CD'cide Kore filmi görüp ' Hep amerikan filmi mi seyredeceğim, bir kez de buna bakayım. ' deyip, filmi beğenmenin etkisiyle merak edip herhangi bir Kore dizisi izlemişsindir.

   Bir gün aklına Kore ile dostluğumuz gelmiş, içinden ' Benim bunlardan en son 2002 Dünya Kupası'nda haberim olmuştu. Google'a soralım bakalım ne yapmış son zamanlarda bunlar?' deyip Google'ın 'Bunu mu demek istediniz? Kore Dizileri ' yazmasının üzerine tavsiyeye uyup izlemişsindir.

   Bunların türevleri de vardır elbette ki. Ama son hep aynıdır: Ve Bir Daha Kore Dizilerinden Ayrılamadılar...

   Zaman geçtikçe gelmiş geçmiş tüm Kore dizilerini izleme arzunu dizginleyemeyip anne terlikleri, baba hakaretleri, abla/abi bilgisayar kavgaları ile mücadele etmiş, Kore dizileri aşamasından farkında olmadan lisans almışsındır. 

 Peki Neden Türk Dizileri değil de Kore Dizileri?
   Bu konuda, Kanal D'ye sanki biz ondan örnek verelim diye dizi yaptığı için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bir Yaprak Dökümü'nü ele alalım. Reşat Nuri Güntekin'in bir zamanlar ölümsüz eseri olan Yaprak Dökümü, üzerine seneryo eklenerek tam 174 bölüm yayınlandı. Her bölümün reklamlarla beraber 3 saat sürdüğü bu dizi, haftada 1 gün yayınladığı düşünüldüğünde 3 yılı aşkın bir süre ortaya çıkıyor. Sezon sonu tatillerini de hesaba katarsak, işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Aşk-ı memnu'nun ahlaksız karelerini söylememe gerek bile yok sanırım.. 

   Bir diğer nokta da şu ki; bizim dizilerimiz bizim kültürümüzü yansıtmıyor! Kendi evinizi geçtim, gittiğiniz hangi misafirlikte ayakkabıyla evde dolaşıldığını gördünüz? Ya da hiç yerde yemek yemediniz de hep masada mı yediniz?! Hangi babanın kızının erkek arkadaşıyla olmasını doğal karşıladığına şahit oldunuz? Bla Bla Bla...

   Şimdi gelelim Kore dizilerinee.. Şu ana kadar bildiğim en uzun Kore dizisi 45 bölüm. Onu da duyduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü bu adamların dizileri, genelde 16, taş çatlasa 25 bölüm olur. En sevdiğim özellikleri ise dizi daha başlamadan kaç bölüm olacağının belirlenmiş, seneryosunun çoktan yazılmış olması. İşin garibi dizi tutulunca uzatma yoluna gitmeyip yazdıkları kadarını oynuyorlar. 

   Dizi, reklamsız 1 saat sürüp haftada 2 kere yayınlanıyor. Yani 16 bölümlük bir Kore dizisi 2 ayda bitiyor. 3 yıllık yaprak dökümüne taş çıkartan Kore dizilerinde en sosyetik kişi dahi olsa o ayakkabı eve gelince mutlaka çıkıyor. Anne-Babaya bağırmak ya da saygısızlık yapmak tüm dizilerde ayıplanan bir davranış. Ve genelde mütevazi bir şekilde yerde yemek yiyorlar... 

  Ama bu demek değildir ki bütün bütün Türk dizileri kötüdür. Leyla ile Mecnunu izle, canımı ye! Zaten Türkiye'nin en eski kanalı olan TRT-1, bu konuda en iyisi. Kore dizilerini de çoğumuz onun sayesinde tanımadık mı?

2.Aşama: KPop
  'Kore dizileri bana yeter!' edasıyla müziklerine hiç bakmaya gerek duymayan Kore dizileri lisans mezunu genç, bir rastlantı veya ısrarlı tavsiye sonucu KPop ile tanışır. KPop -Kore müzik gruplarının yaptığı müziğin genel adı-, ilk başta alışılmışın dışında gelir. Şarkıcıların tarzları çok farklıdır, mükemmel ve uyumlu bir şekilde dans ederler ve bizim kliplerimizdeki gibi şarkıcı yatağa yatıp saçma sapan hareketler de yapmaz. 

  İlk başta biraz garip gelse de araştırmaktan kendini alıkoyamayan genç, farkında olmadan bir çok KPop grubu tanımış, şarkılarını mp3'üne yüklemiştir. Hatta evde yalnız kaldığında onların dansını bile yapmaya çalışmıştır.

  İşin özü, Kore'nin o anlam veremediğimiz büyüsü müziklerinde de oldukça etkili. Hele ki o nefes kesen danslarını yaparken, aynı zamanda büyük ustalıkla şarkı söylemeleri insanı hayran bırakıyor. Bazen kendini onlar üzerinde hata ararken buluyor, sonuç alamayınca da kusursuzluklarını kabulleniyorsun...

3.Aşama:Korece
   Artık sabahı akşamı Kore olan genç, izlediği dizilerden ya da dinlediği şarkılardan Koreceyi az buçuk sökmüştür. Bunun henüz farkına varamayan kore sever master öğrencisi, Kore dizisi izlediği sırada altyazısız da anladığını keşfeder. Artık 2 insanım diye sevinirken, kendisi gibi Koreceyi yeni sökmüş Kore fanlarını etrafına toplayıp korece konuşmaya -En azından bir kaç cümle- başlarlar. 

  Kore alfabesi zordur ya da zor görünür, biliyorsunuz. Ama hangi Kore fanına sorarsanız sorun, ya zaten alfabeyi biliyordur ya da öğrenmeyi çok içten istiyordur. 'Böyle zor bir alfabeyi neden öğrenmek istesin ki?' diyebilirsiniz. Aslında oldukça mantıksız. Ama o kişisinin dünyası Kore ile o kadar özdeşmiştir ki; Kimyon yazısı gördüğünde Kim Hyun aklına gelir. Toki kelimesi, toplu konut idaresini değil Korece Türkiye'nin okunuşunu anımsatır..Bunlar bu kadar düşüncelerini meşgul ederken Kore'nin alfabesini öğrenmek, elbetteki en büyük arzusu olacaktır. 

4.Aşama: Koreli Arkadaş 
    Artık iyice kıvama gelip masterını da tamamlayan genç, yeni ufuklara yelken açar. 'Madem kültürlerini öğrendim, müzikleriyle de aram iyi, birazcık korece de biliyorum. Olmadı ingilizcem imdada yetişir.' diye düşünen doktora öğrencisi, Facebook'ta arayışa girer ve ajussi, ajumma demeden herkesi eklemeye başlar. Belli bir zaman sonra koreli arkadaş kitlesi gittikçe fazlalaşmış, samimiyeti de arttırmıştır.

5.Aşama: Kore'ye Gitme Planları
   Doktorasını da başarıyla tamamlayan gencin geriye sadece tek aşaması kalmıştır. Hayallerinin ülkesine: Kore'ye gitmek. Arkadaş çevresi: tamam, dil bilme konusu: idare edebilirim, ziyaret edeceğim yerler: çoktaan araştırdım, beraber gidebileceğim kimse: ohoo benim kafadan çok koredaşım var, aile izni: FAİL!, maddi durum: FAİL!

  Durumun vahimliğini idrak eden genç, 'boşuna lisans, master ve doktora okudum!' diye efkarlanırken kendine gelip umudunu kaybetmemeye karar verir. Bu 2-3 yıl dahi sürse o parayı biriktirip ailesinin iznini alacaktır!..

  Açıkçası henüz bu aşamadan sonuç alanı duymadım ama eğer Kore fanıysanız kesinlikle THY'nin İstanbul ile Seul arası gidiş-dönüş uçak bileti fiyatının, erken alındığı takdirde 1.700 tl olduğunu biliyorsunuzdur. Eğer bilmiyorsanız ya daha ilk aşamalardasınızdır ya da Kore fanı değilsinizdir. 

   Şayet 5. aşamayı da tamamlayıp Seul'e ayak bastıysanız, Kore okulundan mezunsunuz demektir. Ve emin olun aşamalarda takılıp kalan binlerce fan -ben de dahil- sizi fena halde kıskanıyordur..
                                                                                Tuba KILIÇ

31 Mayıs 2012 Perşembe

Güller Diyarı, ISPARTA


         
    Öncelikle, ben yalnızca 3 gün Isparta'da ikamet ettim. Bu 3 günün de 2 günü Eğirdir ilçesine bağlı olan Barla'da geçti. Isparta, çok büyük bir şehir olmadığından 1 günün bu şehir için zaten yeterli olduğu kanısındayım.
   Hani Antep'le ilgili olan yazımda anteplilerin antepfıstığını her şeyde kullandıklarının söylemiş, hatta bunun bana biraz abartı geldiğini ima etmiştim ya, Isparta gezimden sonra beterin beteri varmış dedim ve içimden Antep'e özürler yağdırdım. Isparta'nın her şeyiyle benimseyip sahip çıktığı şeyin gül olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bunu herkes zaten bilir. Ben de gitmeden önce Isparta hakkında sadece gülünün özel ve ünlü olduğunu biliyordum. Dönerken ise tek söylediğim 'cidden gülleri özel ve ünlüymüş' oldu... 
   Otogara otobüsümüz yanaştığı andan itibaren gül ve pembenin etkisi hemen görülmeye başlıyor. Boydan boya gül mamülleri satan pembe dükkanlar, ister istemez ilgi çekiyor. İşte bu dükkanlardan birisi,
             Sanki orada yeşil bir şey gördüm!

   Şehrin merkezinde, adını Isparta'nın üniversitesinde de gördüğümüz Süleyman Demirel'in heykeli dikili. Isparta doğumlu olan Süleyman Demirel, halkça çok sevilmiş ki şehrin önemli bir noktasına heykeli yapılmış.
Süleyman Demirel'in ünlü şaplasıyla beraber Isparta'daki heykeli

   Isparta'yı turistik yapan önemli yerlerinden biri de Davraz kayak merkezi. Kayakseverler tarafından tutulan bu yer, halkça davras dağı olarak da bilinen Toros sıradağlarına bağlı olan Davraz dağında. 

Kayak sevmeyenlerin de teleferik ile keyif alarak ziyaret edebileceği bu yer, yılın büyük bölümü kullanılabilir olup son yıllarda kayak turizminde sıkça anılır hale gelmiş.

Isparta'yı Isparta yapan güllerine tekrar dönelim. Şehirde dolaşırken 'bu da mı güllü?!' deyip fotoğrafını çektiğim kareler, Isparta'nın güllerini nasıl benimsediğine kanıt olsa gerek.

Daha tam bitmemiş olan gül heykeli, 52 ton ağırlığında, 19 metre yüksekliğinde olup Dünya'nın en büyük gül heykeli namına sahip. Bunun Isparta'dan başka bir yerden çıkma ihtimali söz konusu bile olamaz sanırım.

    Gündüz dikkat çekmeyip gece görülen gül şeklindeki ışıklandırma sistemi.

   Otobüsün üzerindeki gül resmi, 'Adana'dakinde neden pamuk yok?!' dedirtiyor.

Bence büfede, gülün pembesi değil, sapının yeşili kullanılmış.

Gülü en son göreceğiniz yer; çöp kutusu.

 Gül simgesinin kullanıldığı şeylerden en çok ilgimi çeken bu oldu. GÜL kenkart...

Isparta'ya gidip de gül bahçesine gitmemek ayıp olurdu sanırım. Burada gül, alışık olduğumuzdan çok daha farklı kokuyor sanki. O kadar büyüleyici bir kokusu var ki adeta insanı alıp götürüyor...

SİDRE TEPESİ 
Son olarak Sidre tepesinden de bahsedip Isparta sayfasını kapatmak istiyorum. 





   Sidre tepesi, Isparta'yı ayaklarınızın altında hissedeceğiniz yüksekçe bir yer. Burada İslamın türklere yayılmasında katkısı bulunan Muharrem Dede'nin türbesi bulunmakta. Türbenin hemen yanındaki menba suyu da tadıyla ün yapmış. Kısacası manzarası, suyu ve türbesiyle çoğu insana hitap ediyor. Isparta gezinizde gidilmesi gereken yerler arasında Sidre tepesi de varsa eğer, şehrin şaaşalı ışıklarını seyredebileceğinizden akşam saatleri gitmeniz kendimce tavsiye edilir. 
   1 günlük Isparta gezimde dikkatimi çekenleri elimden geldiğince açıkladım. Sürç-i lisân ettimse affola...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

BİLİNENLERİN DIŞINDA, ADANA



     Memleketim olan Adana'nın, Gaziantep yazımda bahsederken hep kötü yanlarını vurguladığımı farkettim. Elimi vicdanıma koyup yıllarca ekmeğini yediğim bu güzel şehrin adanalıca bilinen diğer şehirlerce bilinmeyen yönlerini yazmak istedim. Ve işte başlıyorum.
   Adana, 4 merkez ilçeden oluşan, yüzölçümce büyük olup gelişim bakımından yıllardır olduğu yerde seken (Aytaç Durak, bu konuda çok anılır.) Türkiye'nin en güneyindeki şehirlerinden biridir. Güneydedir ama sıcaklığı Türkiye'nin ortalamalarından çok uzak değildir. Lakin o nemi var ya o nemi... O kadar yoğundur ki yazın -özellikle ağustosta- hep yapis yapissindir. Duştan çıkmaz, akşamları da bulunduğun mahallenin umumi parkına atarsın kendini. 
   Adana insanı, her ne kadar sıcaktan şikayet etse de soğuğu hiç sevmez. Soğuk bir yerde soğuğa bağışıklığı olmadığından anında hasta olur ya da cildi çatlar. Adanali, iklimi gibi sıcaktır. Otobüste hiç tanımadığın insanlarla konuşabilir, gündem hakında tartışabilirsin. 01 plakaysa o güvenilirdir. Elbette ki istisnalar vardır. O istisnalar sayesinde Adana'mız haberlerde suç şehri olarak bilinse de halka sorsanız o cinayetin Adana'da olduğuna bile inanmaz.
   Adana'nın 4 merkez ilçesi var demiştim: Çukurova, Seyhan, Yüreğir ve Sarıçam. Benim alakadar olup yıllarımı geçirdiğim Çukurova ve Seyhan olup Yüreğir ve Sarıçam hakkında pek bir şey bilmem. Hatta gitsem kaybolurum. Eveet benim bahsedeceğim konular Adana'nın şalgamı, kebabı, Taşköprüsü ya da Merkez Camii'si değil. Onları adanalı olmayan da bilir.  Adanalı olmayanın bilmeyeceği şeylerden; Adana'nın özünden bahsedeceğim.

   7/C: ADANA TURU


  Efsanevi 7/C otobüsünü  bu kadar özel yapan nedir? Öncelikle eğer Adana'ya yabancıysanız ve gezmek istiyorsanız asla ama asla dolmayan, tavanında duracak butonu, konforlu demir tutacakları ile 7/C Adana turu yalnızca 1.75 krş. Öğrenciysen 1.60 krş! Bu bir şaka değil. 7/C'nin geçmediği sokak, cadde, mahalle yok! Yakında ilçelere de hizmet verecek diye halk telaş etmiyor değil. Bu yüzden Adana'da gitmek istediğin yere gitmek çok kolay. Zaten 7/C mutlaka önünden geçiyordur. 2 otobüs ya da yürüme derdi yok. Tek dezavantajı bugün binip yarın iniyor olman...

KIZ BAKKAL
   Sanırım Kız Bakkal'ın farklılığı ilk duyuşta insanın dikkatini çekiyor. Kız bakkal diye bakkal isim mi olur?! Evet olmuş. Adana'nın tellidere semtinde, kurucusunun bir bayan olduğu söylenen bu bakkal, isminin karakteristikliği yüzünden ilgi çekip herkes tarafından bilinen bir yer haline gelmiş. Öyle ki şu anda durak olarak kullanılıyor. Bakkal, mütevazi, bakımsız, kendi halinde bir yer. Ama önü vızır vızır. Bir isim de bu kadar etki yapar mı demeyin. Şu an adanalı olup da kız bakkalı bilmeyen yoktur. Varsa da 
asimile olmuştur.

KAZIM BÜFE

    Kazım büfe(Genellikle sadece Kazım olarak bilinir), 2 şubesinin 2'si de Gazipaşa'da olup bu salaş görüntüsünün altında hiç boş olmayan, kendimce Adana'nin bir simgesidir. Peki ne yapar bu Kazım? Avokado yapraklarını mango ile tatlandırarak hindistan cevizinde servis mi yapar? Elbette ki hayır. Bildiğimiz meyve suyu, tost, şalgam, atom... Ama elbette ki Kazım denilince akla muzlu süt gelir. Bir de bu muzlu sütlerin ölçüsü vardır tabii. 1/2, 3/4 gibi. O kadar gitmeme rağmen bu ölçüleri sormaya cesaret edemedim. Büfeci: '1/2 olsun mu abla?' dediğinde başımı sallamakla yetindim. Ama sanırım 1/2 demek devasa büyüklükteki bardaklarının yanı sıra küçük boy bir bardak daha muzlu süt vermek demek. Tabii bunları içtikten sonra başka hiç bir şey yemeye ve içmeye yerin kalmıyor. Bir gerçek de vardır ki Kazım, işini gerçekten iyi yapıyor... 

  ADANA'NIN BAYAN OTOBÜS ŞOFÖRLERİ




   Adanalının 'kırmızı otobüs' diye tabir ettiği belediye otobüslerinin birbirinden güzel bayan otobüs şoförleri, görenleri şaşırtıyor. Adanalının da alışması zaman almadı değil. Ama gördük ki bu bayanlar, erkeklere taş çıkartan bir çeviklikle araba kullanıyorlar; içimiz rahat bindik otobüslerine. Allah var bizi de yanıltmadılar. Erkeklerin agresif tavırlarına nazaran bayan otobüs şoförlerini daha çok sevmedim değil ama maalesef ki kırmızılar bizim evin önünden geçmiyor... 

ADNAN MENDERES, SEVGİ ADASI


    Yazları bici, kışları ise salep içme diyarıdır Adnan Menderes. Seyhan gölünü deniz bellemiş Adana halkının sahilidir burası. Kafa dinleyen, ailesiyle gezen, bisiklet süren bir çok insan vardır. Yapay bir ada olan Sevgi adası da Adnan Menderesin manzarasını oluştur. Adnan Menderesi sevmeyen, orada huzur bulmayan adanalı yoktur bence. Biraz ilerisinde piknik alanları da bulunan bu yer, mangalını kapıp gelen aileleriyle de çok sevimlidir. Eğer adanalı değilseniz ve Adana'ya gelirseniz Adnan Menderes'in kokusunu içinize çekmeden gitmeyin derim. Yoksa Adana konusunda hep biraz eksik kalacaksınızdır.